17/04/2024
AŞKA VE KADINLARA DAİR
Arthur Schopenhauer
‘’Kadınların zihinsel olsun bedensel olsun, büyük işler için yaratılmamış olduklarını anlamak için görüntülerine bakmak yeterlidir. Onlar hayatın cefasını yaptıklarıyla değil katlandıklarıyla çekerler - borçlarını doğum sancılarıyla, doğurdukları çocuğu bakıp büyütmeleriyle, sabırlı ve neşeli bir yoldaş (refik) olmaları gereken erkeğe itaatleriyle öderler. Onlar için değildir en yoğun ıstıraplar ve neşeler, büyük güç ve metanet gösterileri değildir onların payına düşen. Onların hayatı erkeğinkinden daha sakin, daha yumuşak ve daha önemsiz bir şekilde sürmeli ve esas itibariyle ne çok fazla mutlu ne çok fazla mutsuz olmalılar.
Kadınlar, tabiatları gereği ilk çocukluk dönemimizin bakıcıları ve mürebbiyeleri gibi davranmaya yatkındırlar (onlar bu işler için biçilmiş kaftandırlar). Bunun tek nedeni kendilerinin çocuksu, uçarı ve kısa-dar görüşlü olmalarıdır - tek kelimeyle onlar bütün hayatları boyunca koca çocuklardır. Çocuk ile gerçek anlamda bir insan olan yetişkin erkek arasında bir orta nokta, bir ara merhaledirler.
Bakın görün bir genç kız, bir çocukla nasıl da oynar günler boyunca, nasıl da dans edip şarkı söyler hiç sıkılmaksızın: Sonra düşünün bir adam, dünyada tasavvur edilebilecek en iyi niyetlerle ne yapardı, ne gelebilirdi elinden onun yerinde olsaydı eğer? Genç kızlarla sanki tabiat, dramaturjik bir anlamda çarpıcı etki denen şeyi göz önünde tutmuş görünür; çünkü onları hayatlarının kalanı pahasına birkaç yıllığına emsalsiz bir güzellikle, tam bir cazibe ve dolgunlukla donatır.
Tabiat bunu öyle bir şekilde yapmıştır ki bu birkaç yıl boyunca bir genç adamın muhayyilesini bu sayede kendilerine tutsak edebilirler. Ve bu tutsaklık erkekleri, yaşadıkları müddetçe onların bakım ve gözetimini şu veya bu şekilde üstlenmeyi onurlu bir iş bilerek peşlerinden koşturup duracak boyutlara ulaşır. Eğer genç adam sadece aklıyla ve düşünüp taşınarak hareket etmiş olsaydı, bu onu böyle bir adım atmaya sevk etmeye yetecek derecede uygun bir güvenceyi temin eder görünmezdi.
Dolayısıyla tabiat kadınları bütün yaratıklara yaptığı gibi, hayatlarının korunması için -ne eksik ne fazla- hizmetinde olacakları zaman müddetince, gerekli olan silah ve teçhizatlarla donatmıştır. Başka her yerde olduğu gibi burada da tabiat o hep bilinen tavrıyla, yani aşırı tutumlulukla hareket etmiştir.
Nasıl ki dişi karınca birleşmeden sonra üreme amaçlan için artık lüzumsuz, hatta tehlikeli hale gelmiş olan kanatlarını kaybeder, bir kadın da bir veya iki çocuk doğurduktan sonra güzelliğini büyük bölümü itibarıyla kaybeder ve muhtemelen aynı sebeplerden ötürü...
Dolayısıyla, genç kızların evle ilgili veya başkaca iş ve münasebetlere kalplerinde ikinci sırada, hatta safı şaka yahut latife türünden bir şey olarak yer verdiklerini görürüz. Ciddi bir şekilde dikkat ve emek sarf ettikleri tek şey, aşk, sevdiklerinin gönlünü kazanma yahut giyim kuşam, cilt bakımı, dans etme ve bunlarla bağlantılı olan her şeydir…’’
Bir şey ne kadar soylu ve mükemmel ise, onun olgunluğa erişmesi de o kadar geç ve yavaştır. Erkek, akli melekesinin ve ruhi kabiliyetlerinin olgunluğuna yirmi sekizinden önce nadiren ulaşır; kadınlar ise, henüz on sekiz yaşlarında. . . Fakat kadınların durumunda bu çok zayıf ve dar sınırlar dâhilinde gerçekleşir. Bu sebepten ötürüdür ki kadınlar bütün hayatları boyunca çocuk kalırlar, çünkü her zaman içinde bulundukları ana sıkı sıkıya bağlı kalarak sadece kendilerine en yakın olanı, olmak üzere olanı görürler, gerçek yerine bir şeyin görünüşüne teslim olurlar ve en önemli işlere karşı önemsiz şeyleri tercih ederler. Erkek, akli melekesinin ve ruhi kabiliyetlerinin sayesinde, hayvanlar gibi sadece içinde bulunduğu anda yaşamaz, fakat geçmiş ve geleceği hep göz önünde bulundurur ve değerlendirmelerini buna göre yapar ve ihtiyat, temkin ve bu denli sık karşılaştığımız kaygı, endişe ve tedirginlik buradan kaynaklanır. Erkeklere göre, kadınlar daha zayıf muhakeme melekelerine sahip olmaları nedeniyle, bunun beraberinde getirdiği üstünlükler ve mahzurlar da kadınlarca daha az paylaşılır. Daha ziyade, kadınlar zihni bakımdan dar görüşlüdürler (miyopturlar), zira sezgiye dayalı kavrama melekeleri kendilerine en yakın olanı çok çabuk ve berrak bir şekilde algılarsa da, görüş alanları çok dardır ve uzakta olan şeyleri ihata edemez. Dolayısıyla, elan mevcut olmayan ya• da geçip gitmiş veya gelecekte olacak olan her şey onları erkeklerden çok daha az etkiler. Bu yüzdendir ki aşırılık ya da ölçüsüzlüğe daha büyük bir eğilim sergilerler ve öyle zamanlar olur ki bu eğilim çılgınlık derecesine varır. Kadınlar içten içe, mümkünse kocalarının sağlığında, ama her halükarda ölümlerinden sonra, istedikleri gibi harcayıp rahatça yaşayabilmeleri için, erkeklerin para kazanmak için yaratıldıklarını düşünürler. Kocalarının, kazandıkları evi idare etmeleri için kendilerini teslim etmeleri onların bu inançlarını güçlendirir.
Her ne kadar bütün bunlar bir sürü sakıncayı beraberinde getiriyor ise de şu faydası hatırdan çıkarılmamalıdır; kadınlar erkeklerden daha fazla şimdiki zamanda yaşarlar ve eğer içinde bulundukları bu an tahammül edilebilirse çok daha keskin ve kararlı bir şekilde onun tadını çıkarırlar. Kadınlara mahsus neşenin kökeni işte budur ve onları erkeklerin efkârını dağıtmak (ya da eğlendirmek ve ihtiyaç duyulduğunda, yani tasa ve endişe ile bunaldıklarında erkeği teselli etmek için uygun hale getirir.
Eski zamanlarda Almanların yaptığı gibi, güç ve nazik meselelerde kadınlara danışmak hiçbir surette hafife alınacak bir mevzu değildir, çünkü onların meseleleri kavrayış ve değerlendiriş şekli bizimkinden oldukça farklıdır. Bu, öncelikle bahis konusu meseleye en yakın yolu tutmaları ve genellikle dikkatlerini en yakında duran şey üzerinde sabitlemeleri nedeniyle böyledir. Buna mukabil biz erkekler kural olarak, bunun hemen burnumuzun dibinde olması gibi basit bir nedenden ötürü daha ileriye bakar, daha ötesini görürüz; o zaman yakın ve basit bir görüş elde etmek için geriye, doğru bakış açısına çekilmemiz gerekli hale gelir. Kadınların yargılarında, bizden daha gerçekçi ve heyecansız olmalarının ve şeylerde gerçekten mevcut olan dışında hiçbir şey görmemelerinin sebebi işte budur. Buna mukabil biz erkekler, eğer tutkularımız uyanmış ise, şeyleri abartılı bir şekilde görmeye yahut var olmayan şeyi tasavvur etmeye yatkınızdır.
Kadınların, talihin gadrine uğramış olanlara karşı erkeklerden daha fazla müşfik olmaları, içinde bulundukları durumu duygusal olarak daha fazla paylaşmaları, dolayısıyla onlara daha yakın, daha candan ilgi göstermeleri de yine bu aynı kökene bağlanabilir. Diğer taraftan, kadınlar adalet, dürüstlük ve vicdanla ilgili meselelerde erkeklerden daha aşağıdır. Burada da, yine muhakeme melekelerinin zayıflıkları nedeniyle mevcut sezgisel olarak algılanabilir ve gerçekliği hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık olan şeyler, üzerlerinde daha büyük bir tesir icra eder. Öyle ki soyut düşünceler değişmez düsturlar, sarsılmaz kararlılıklarla daha genel bir söyleyişle, geçmiş ve gelecek telakkisiyle ya da elan mevcut olmayan ve uzakta olan şey mülahazasıyla bu tesire karşı koymak neredeyse mümkün değildir. Dolayısıyla, erdemin ilk ve asli niteliklerine kuşkusuz sahiptirler, fakat onları geliştirmek için zorunlu birer araç yahut vasıta olan ikincil niteliklerden çoğunlukla yoksundurlar. Kadınlar belki bu bakımdan bir karaciğeri olup da safra kesesi olmayan organizmaya benzetilebilirler. Burada yeri gelmişken Abhandlung über das Fundamentder Moral! Ahlakın Temeli Üzerine Araştırmalar başlıklı incelememin bölümünde söylediklerime dikkat çekmek isterim.
Yukarıda söylenmiş olanlar hatırdan çıkarılmaksızın daha yakından bakılınca kadın mizacındaki temel kusurun "adalet duygusundan yoksunluk olduğu görülecektir. Bu esas itibarıyla daha önce sözü edilmiş olan muhakeme kabiliyetindeki ve düşünme melekesindeki zayıflıktan kaynaklanır, fakat aynı zamanda kısmen tabiatın onlara daha zayıf cins olarak tahsis ettiği konuma kadar götürülebilir. Onlar, bu konumları gereği kuvvete değil fakat kurnazlığa bağımlıdırlar. Bu yüzdendir ki içgüdüsel olarak desise ve kurnazlığa yatkındırlar ve yalan söylemeye karşı iflah olmaz bir temayüle sahiptirler. Zira nasıl ki aslanlar pençeler ve dişleri, filler ve domuzlar azı dişleri, boğalar boynuzları, mürekkep balığı suyu karartan mürekkebimsi sıvı ile donatılmışsa tabiat, kadınları da kendilerini korumaları ve savunmaları için ikiyüzlülük yahut riyakarlık melekesiyle teçhiz etmiştir. Tabiat, erkeklere fiziki güç ve akli meleke biçiminde bahşettiği kabiliyetin tamamını kadınlara bu şekilde bağışlamıştır.
Dolayısıyla, ikiyüzlülük yahut riyakârlık kadınlarda doğuştandır ve neredeyse kurnaz kadının olduğu kadar ahmakların da ayırt edici özelliğidir. Bundan ötürü saldırıya uğradıklarında savunma silahlarına müracaat eden hayvanlar için bu durum ne kadar doğal ise, kadınların da her fırsatta ve vesileyle bundan yararlanmaları o kadar tabiidir ve bundan yararlanırlarken belli bir ölçüde haklarını kullanmaktan başka bir şey yapmadıkları düşüncesi içerisindedirler. Bu sebeple mükemmelen dürüst ve güvenilir, ikiyüzlülüğe yahut riyakârlığa yüz vermeyecek bir kadın belki de tasavvur edilemez ve yine aynı sebepten ötürü başkalarındaki ikiyüzlülük yahut riyakarlığı bu kadar çabuk görüp fark ediverirler, dolayısıyla onlarla bu konuda uğraşmak tavsiye edilmez. İfade edilen bu temel kusur ve onun beraberinde getirdiği her şeyden, sahtelik, sadakatsizlik, hainlik, kadirbilmezlik ve benzeri gibi nitelikler südur eder. Bir adalet mahkemesinde kadınlar, erkeklerden çok daha fazla yalan yere yeminden suçlu bulunurlar. Haddizatında yemin etmelerine izin verilip verilmemesi meselesi genellikle sorgulanan bir konudur. Hiçbir şey istemeyen hanımların dükkan tezgahlarından gizlice bir şeyler alıp aşırmaları zaman zaman her yerde sık rastlanılır bir durumdur.
Tabiat insan neslinin sürdürülmesi işi için güçlü kuvvetli genç ve yakışıklı erkekleri göreve çağırır; ta ki insan soyu yozlaşmasın. Bu, tabiatın sarsılmaz iradesidir ve ifadesini kadınların tutkularında bulur. Bundan daha eski yahut daha güçlü bir yasa yoktur. O halde, yazık o erkeğe ki talep ve çıkarlarını onun karşısına çıkaracak, onun yolunu kesecek şekilde ortaya koyar, çünkü ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin ilk ciddi karşılaşmada acımasızca ezileceklerdir. Zaten kadınların davranışlarına hakim olan gizli, telaffuz edilmemiş, hatta farkında olunmayan, ama asli ve fıtri olan ahlaki ilke şudur: "Ferde, yani bizlere çok az dikkat ederek türün üzerinde haklar elde etmiş olduklarını düşünenleri aldatırken (faka bastırırken) haklı ve makul sebeplerimiz vardır bizim. Türün terkip ve teşekkülü, dolayısıyla mutluluğu bizim ellerimize bırakılmıştır ve dünyaya getirdiğimiz bir sonraki nesil aracılığıyla bizim ihtimamıza emanet edilmiştir; gelin ödev ve sorumluluklarımızı titizlikle yerine getirelim."
Fakat kadınlar, hiçbir surette bu temel ilkenin abstracto (soyut) idrakinde değillerdir, onlar bunun ancak in concreto bilincindedirler ve bunu fırsat elverdiğinde hareket ettikleri tarzın dışında başka bir şekilde ifade etme yolları yoktur. Dolayısıyla, vicdanları genellikle onları bizim zannettiğimiz kadar sıkıntıya sokmaz, çünkü yüreklerinin en karanlık derinliklerinde fert için duydukları ödev ve sorumluluklara karşı gelerek, üzerlerindeki talebi kıyas kabul etmez derecede daha büyük olan türe karşı vecibelerini çok daha iyi yerine getirdiklerinin idrakindedirler. Söz konusu meselenin daha ayrıntılı bir tetkiki baş eserim Die Welt als Wille und Vor.stellung'un il. cilt, 44. Bölümünde bulunabilir.
Kadınlar esasen bütünüyle insan soyunun sürdürülmesi için var olduklarından ve kaderleri burada sona erdiğinden genellikle bireyden ziyade tür için yaşarlar ve yüreklerinin derinliklerinde bireyinkilere göre türün iş ve meseleleri daha derin bir yankı bulur. Bu, onların bütün varlıklarına ve hareket tarzlarına belirli bir hafiflik yahut uçarılık, genellikle esaslı biçimde erkeklerinkinden farklı olan belli bir eğilim kazandırır. İşte, evlilik hayatında bu kadar sık karşılaşılan ve adeta normal bir durum haline gelen anlaşmazlık ve uyumsuzluğu doğurup geliştiren şey budur.
Erkekler arasındaki doğal hissiyat, safi kayıtsızlıktır (aldırmazlıktır). Buna mukabil kadınlar arasında bu, gerçek düşmanlık yahut husumettir. Bunun nedeni erkekler arasında odium figulinumun,(Utançlık, iğrençlik) günlük iş ve ilişkilerle sınırlı olması (onların özel ilgi ve çıkar birliğinin ötesine geçmemesi), fakat kadınlar arasında bütün cinsi kucaklamasıdır, çünkü onların tek bir işi vardır. Hatta sokakta birbirleriyle karşılaştıklarında birbirlerine sanki
Ouelphler" ve Ohibellineleru gibi bakarlar. Ve iki kadının tanışırken birbirleri ne, iki erkeğin benzer bir durumda göstereceğinden daha büyük bir ihtiyat ve riyakârlıkla davranmaları bilinen bir husustur. Bu yüzdendir ki iki kadın arasında iltifat ve takdir ifadelerinin değiş tokuşu iki erkek arasındakinden çok daha gülünçtür. Ayrıca bir erkek kural olarak başkalarına, hatta kendisinden aşağı olanlara bile, belli bir saygı ve insancıllıkla hitap ederken, yüksek tabakadan bir hanımın kendisinden daha aşağı konumda olan birisine (sözünü ettiğim onun hizmetinde olan birisi değil ) hitap ederken, genellikle takındığı kibir ve istikrah ifadesi tek kelimeyle tahammül edilmezdir. Bunun sebebi, muhtemelen kadınlar arasındaki sınıf yahut tabaka farklılıklarının erkeklerin arasında olduğundan daha güvenliksiz, daha belirsiz olmasıdır yahut da erkeklerin durumunda hesaba katılması veya değerlendirme konusu yapılması gereken yüzlerce şey varken, kadınlar için bunun her zaman tek bir şeyden, yani erkeklerin teveccühünü kazanmaktan ibaret olmasıdır. Bunlara ilaveten işlerinin tek yanlı doğası nedeniyle erkeklere göre kadınların kendi aralarında daha yakın bir ilişki içerisinde bulunmaları ve sınıf yahut tabaka farklılıklarını bu sebepten ötürü daha belirgin ve göze çarpar hale getirmeye çalışmalarını da sıralayabiliriz.
Bu bodur dar omuzlu, geniş kalçalı ve kısa bacaklı soya, ‘’cins-i latif’’ ismini verebilen sadece cinsel içgüdüsüyle aklı yahut görüş ufku bulutlanıp kararmış olan erkeklerdir, çünkü kadın cinsinin bütün güzelliği bu içgüdüye dayanır.
Onlara, güzel demek yerine estetikten yoksun cins demek daha doğru olurdu. Ne müzik ne şiir ne de güzel sanatlar için gerçek anlamda bir duygu ve duyarlığa sahiptirler onlar; hoşça vakit geçirme arayışlarına yardımcı olsun diye eğer böyle bir şeye soyunacak olsalar bu her ne ise onu alaya yahut hafife almaktan asla öteye geçmez.
Bu yüzdendir ki kadınlar herhangi bir şeye safi ve münhasıran nesnel bir alaka duyma kabiliyetinden mahrumdurlar. Bunun izahını şimdi anlatacağım noktada buluyorum: Bir erkek, şeyler üzerinde ya onları anlayarak yahut zorlayarak doğrudan hâkimiyet kurmaya çalışır. Fakat bir kadın, her zaman ve her yerde dolaylı yani bir erkek aracılığıyla hâkimiyete sevk edilir; onun bütün doğrudan hâkimiyeti sadece erkekle sınırlıdır. Dolayısıyla, kadınların mizacında, doğalarının en derinlerinde her şeyi erkeği elde etme aracı olarak görme temayülü kökleşmiştir ve başka herhangi bir şeye alakası her zaman asılsız, taklidi bir alakadır, esasen amaçlarına eriştirecek, yosmalık, yapmacık ve kandırmacadan müteşekkil dolambaçlı bir yoldan başka bir şey değildir. Nitekim Rousseau bile ilan etmiştir: ‘’Les femmes, en general, n'aiment aucun art, ne se connoissent a aucun et n'ont aucun genie" (Lettre a d'Alembert, not XX) .
Görünen sathın altına nüfuz edebilen herkes bunun böyle olduğunu teslim etmek zorunda kalmıştır. Bunun için kadınların bir konsere, bir operaya, bir tiyatro oyununa gösterdikleri dikkat ve alakaya bakılması yeterlidir. - en büyük şaheserlerin en harikulade pasajlarında çene çalıp gevezelik etmekten kendilerini alamamalarındaki çocukça saflık sözgelimi. Greklerin kadınları tiyatrolarına sokmadıkları eğer doğru ise, bunda tamamen haklı olduklarını teslim etmek gerekir, çünkü en azından böylelikle tiyatrolarında bir şey dinlemeleri mümkün olurdu. Günümüzde taceat mulier in ecclesia ikazının yerine taceat mulierin theatro*' ikazının konulması çok daha isabetli olurdu ve belki bu uyarı perdenin üzerine büyük harflerle kazınabilirdi.
Eğer bütün kadın cinsinin en seçkinlerinin güzel sanatlarda hiçbir zaman gerçekten büyük, hakiki, özgün ve sahici olan hiçbir şey başaramadıkları ya da hangi türden olursa olsun dünyaya kalıcı değere sahip hiçbir eser veremedikleri akılda tutulursa, kadınlardan farklı hiçbir şey beklenilmemesi gerektiği kendiliğinden anlaşılır. Fakat bu teknik, bizim olduğu gibi onların da yetenek sınırları içinde olan resim alanında en çarpıcı biçimde ortadadır ve bu yüzdendir ki resimde çok çalışkan ve gayretlidirler. Hal böyleyken, yine de görülmeye değer tek bir büyük resim ortaya koymuş değillerdir. Bunun tek ve basit nedeni resimde böylesine doğrudan gerekli ve vazgeçilmez şey olan zihni-fikri nesnellikten mahrum olmalarıdır. Onlar asla öznel bir bakış açısının ötesine geçemezler bu her şeyde böyledir. Sıradan kadınların resim sanatına karşı gerçek anlamda bir duyarlığa bile sahip olmamaları bununla uyumludur:
Çünkü doğa sıçrama yapmaz. Huarte üç yüz yıldır şöhretinden bir şey kaybetmemiş olan ünlü kitabı, Examen de ingenios para /as scienzias'ta kadınların yüksek kabiliyetlere sahip olmadığını ileri sürer. Önsözde der ki: La compostura natura/, que la muger tiene en el celebro, no es capaz de mucho ingenio ni de mucha sabiduria ve ardından c. 15: quedan• do la muger en su disposicion natura/, todo genero de letras y sabiduria, es repugnante a su ingenio; -: Jas hembras (por razon de la frialdad y humedat de su s**o) no pueden alcançar ingenio profundo: solo veemos que hablan con aJguna aparencia de habilitat, en materias Jivianas y faciles," ve benzeri. Münferit yahut kısmi istisnalar kuralı değiştirmez; kadınlar, bir bütün olarak alınacak olursa, en su katılmamış ve en onulmaz Philisterlerdir ve öyle kalacaklardır. Ve kocalarının rütbe, makam ve unvanlarını paylaşmalarına İzin veren şu saçma uzlaşma yüzünden, kocalarının alçak emelleri için sürekli bir uyarıcı, teşvik edici olurlar. Ve ayrıca onların philisterlikleri yüzündendir ki başını çektikleri ve hâkim rengini verdikleri modern toplum çürümüştür.
Toplum içerisindeki yerlerinin - mevkilerinin belirlenmesi konusunda ı. Napoleon 'un Les femmes n'ont pas de ran! ( düsturu doğru bir bakış açısı olarak kabul edilmelidir. Başka meselelerle alakalı olarak da Chamfort, çok doğru ve haklı biçimde şunları söyler: Elles sont faites pour commercer avec nos falblesses avec notre fo Iie, mais non avec notre raison. il existe entre el/es et les hommes des sympathies d'epiderme et tres-peu de sympathies d'esprit d'Bme et de caractere." Onlar. Sexus sequioldurlar, • birinciye göre her bakımdan daha aşağıdırlar; zayıflıklarından sakın ılmlıdır (zayıflıklarına karşı ihtiyatla davranmak gerekir) fakat kadınlara aşırı bir saygı ile davranmak tek kelimeyle gülünçtür ve böyle bir şey bizi onların gözünde küçük düşürür. Tabiat. İnsan soyunu iki parçaya böldüğünde, çizgiyi tam ortadan çekmemiştir. Müspet ve menfi kutuplar arasındaki ayrım kutupluluk ilkesine göre, sadece niteliksel değil, ama aynı zamanda nicelikseldir de.
Eski dünyanın ve Doğunun insanları, kadınları bu ışıkta görmüşlerdir; onlar kadınların gerçek konumunu Fransızlara ait köhne centilmenlik ve saçma saygı fikirlerimizle ki Hıristiyan-Töton budalalığının en yüksek mahsulüdür- bizden daha iyi tanıyıp takdir etmişlerdir. Bu çağdaş fikirler, onların daha kibirli ve kurumlu olmalarına hizmet etmekten başka bir işe yaramamıştır, o kadar ki onları bu halde görüp de kutsallıklarının ve dokunulmazlıklarının farkında olduklarından kafalarına esen her şeyi yapa bileceklerini düşünen Benares'teki kutsal maymunları hatırlamamak mümkün değildir.
Fakat Batıda kadın, daha doğrusu "hanımefendi" kendisini bir fausse positionda bulur; çünkü kadın, eskilerin daha doğru adlandırmasıyla sexus sequior'dur, övgü ve saygı konusu olmaya yahut başını erkekten daha yüksekte tutmaya ve onunla aynı haklara sahip olmaya layık değildir. Bu yanlış konumun sonuçlan yeterince açıktır. Bu nedenle insan soyunun bu iki numarası eğer Avrupa'da hak ettiği yere oturtulsa ve şu baş belası "hanımefendi" tekerlemelerine -ki bu bizi sadece Asyalıların alay konusu yapmalarına ve hafifsemelerine yol açmakla kalmayıp, aynı zamanda Greklerin ve Romalıların önünde de gülünç duruma düşürmektedir- son verilseydi bu ziyadesiyle arzu edilir bir şey olurdu. Eğer bu başarılabilirse, içtimai, medeni ve siyasi ilişkilerimizin mevcut durumu hudutsuz derecede iyileşecektir. (Kadınları tahta varis olma hakkından mahrum eden) Sal Franklarının veraset yasasına lüzum kalmazdı; bu lüzumsuz, zait bilindik bir söz addedilirdi.
Avrupalıların "hanımefendisi•, doğrusunu söylemek gerekirse var olmaması icap eden bir yaratıktır: O ya bir ev kadını ya da ev kadını olmayı umut eden bir genç kız olmalıdır; ve o kibirli, kurumlu olmak için değil fakat uysal ve munis olacak şekilde yetiştirilmelidir. Aşağı sınıftan kadınların bir başka ifadeyle, bu cinsin büyük çoğunluğunun Doğuda olduğundan daha çok mutsuz olması Avrupa'daki "hanımefendiler" gibi yaratıklar var olduğu içindir. Lord Byron bile şunları kaydeder.
Onlar bizim zayıflıklarımızla ve inancımızla ticaret yapmak zorunda kalıyorlar, ama aklımızla değil. Onlarla erkekler arasında yüzeysel sempatiler vardır ve ruh, ruh ve karakter konusunda çok az sempati vardır.
(Mektuplar ve Makaleler, der. Thomas Moore, C. il. s. 454 Andent Oreekler döneminde kadınların durumu hakkında düşünceler -yeterince manastır. Mevcut durum, şövalyelik ve feodal çağların barbarlığının bir kalıntısı - yapay/ doğal ve doğal değil. Eve gitmeleri, iyi beslenmeleri ve giyinmeleri gerekiyor ama topluma karışmamaları gerekiyor. Din konusunda da iyi eğitilmişler ama ne şiir ne de politika okumalılar - kitaplardan başka bir şey değil dindarlık ve coşku... Müzik-resim-dans/ng-aynı zamanda küçük bir bahçıvanlık Arthur Schopenhauer Aşka ve Kadınlara Dair ve ara sıra çiftçilik. Epir'de yolları büyük bir başarıyla onardıklarını gördüm. Neden olmasın, samanın yanı sıra - yapma ve yapma
Avrupa'da yürürlükte olan kanunlar kadını erkeğin dengi olarak kabul etmektedir - bu yola yanlış noktadan başlamaktır. Tekeşlilik caridir ve evlenmek demek hakları bölüşmek, ödev yahut sorumlulukları ise ikiye katlamaktır. Şimdi, kanunlar kadınlara erkeklerle eşit haklar bahşettiğinde onlara aynı zamanda erkeklere özgü bir akıl gücü de kazandırmış olmalıydı. Halbuki, kanunların kadınlara bahşettiği imtiyaz ve payeler tabiatın onlara titizlikle ölçüp biçerek taksim ettiği şeyi aştığı nispette, bu imtiyazları gerçekten paylaşan kadınların sayısı da o ölçüde azalmaktadır. Dolayısıyla geri kalanlar, diğerlerine tabiatın bağışladığından fazlası verildiği kadarıyla doğal haklarından mahrum edilmektedir.
Çünkü tek eşliliğin ve ona eşlik eden evlilik yasalarının kadınlara tahsis ettiği gayrı tabii (doğal olmayan) ayrıcalıklı konum –ki bu sayede onlar her bakımdan erkeklerin dengi olarak kabul edilmektedir, oysa hiçbir surette böyle değillerdir aklı başında ve basiret sahibi erkeklerin böylesine gayri adil bir düzenlemeye büyük bir fedakârlıkta bulunmadan ve rıza göstermeden önce bir hayli düşünmelerine (titizlenmelerine) neden olmaktadır. Bu sebepten ötürü, çok evliliğe izin veren uluslar arasında kadınlar mutlaka geçinmenin bir yolunu bulmaktadır. Halbuki tek eşliliğin geçerli olduğu ülkelerde evli kadınların sayısı sınırlıdır ve bir geçim yolu bulamayan kadınların sayısı artmaktadır; yüksek sınıra mensup olanlar hiçbir işe yaramayan kızkuruları olarak meraksız, heyecansız kupkuru bir hayat sürmekte, aşağı tabakadan olanlarsa tabiatlarına uygun olmayan çok zor ve iğrenç işler yapmaya mahkum edilmekte ya da fahişeliğe zorlanmaktadır ve onurdan yoksun olduğu kadar sevinçsiz ve neşesiz de olan bir hayat beklemektedir onları. Fakat bu şartlar altında erkeklerin arzularını tatmin etmek için bir gereklilik haline gelmektedirler, dolayısıyla konumları açıkça, koca bulmuş ya da bulmayı umut edebilecek derecede talihin kayırdığı diğer kadınları yoldan çıkmaktan koruyacak ve toplum nezdinde kabul görmüş bir sınıf yahut meslek olarak tanınmaktadır. Sadece Londra'da seksen bin fahişe vardır. O halde, bu en korkunç akıbete böylesine koşarcasına yaklaşmış olan bu kadınlar tekeşliliğin sunağına götürülen insan kurbanlar değil de nedir?
Burada sözü edilen ve böylesine mutsuz ve uğursuz bir konuma yerleştirilmiş kadınlar, kibir ve kurumlarıyla, yapmacık ve sahte halleriyle Avrupalı hanımefendinin kaçınılmaz mütekabilleridir. Bu yüzdendir ki çok evlilik bütün yönleriyle ele alınacak olursa itiraf etmek gerekir ki kadın cinsinin gerçek anlamda hayrınadır. Ve diğer yandan karısı müzmin bir hastalıktan mustarip olan, çocuk doğuramayan ya da kendisi için zaman içerisinde yaşlı hale gelmiş olan bir erkeğin neden bir ikinci kadın almaması gerektiğinin makul bir nedeni yoktur. Görünen o ki çoğu insan sırf bu gayrı tabii tekeşlilik kurumunu reddettiği için Mormonluğu benimsemektedir. Bu Kadınlara gayritabiî hakların bahşedilmesi doğalarına uygun olmayan vazifeleri zorla kabul edinmiştir, ne var ki bunların yerine getirilmemesi onları mutsuz hale getirmektedir.
Sözgelimi çoğu erkek, içtimai mevkii ve mali durumu söz konusu olduğu kadarıyla bu yolla parlak bir eşi kendisine bağlama umudu olmadıkça evliliği akıllıca bir yol olarak düşünmemektedir. O zaman evliliğin şartlarından farklı, yani karısına ve çocuklarına güvenli bir gelecek sağlayacak olan koşulların dışında kendi seçimi olan bir kadını elde etmeyi arzulamaktadır. Bu koşullar ne kadar adil, makul ve uygun olursa olsun ve medeni toplumun temeli olarak sadece evliliğin bahşedebileceği aşırı imtiyazlardan vazgeçerek ne kadar rıza gösterirse göstersin, kadın mutlaka belirli bir ölçüde saygınlığını kaybedecek ve yalnız bir hayat sürecektir. Çünkü insan tabiatı bizi başkalarının görüşlerine değeri ne olursa olsun aldırmayacak derecede bağımlı kılar. Buna mukabil eğer kadın razı olmazsa, sevmediği bir adamla evlenmeye zorlanma veya bir kızkurusu olarak pörsüyüp buruşma tehlikesiyle yüz yüze gelecektir, ancak bir yuva kurmak için ona ayrılmış olan zaman çok kısadır. Tekeşlilik kurumunun bu yanı göz önünde tutulduğunda, Thomasius'un derin biçimde bilgilendirici incelemesi De concubinatu gerçekten okunmaya değerdir, zira Luther Reformuna kadar bütün uygar uluslarda ve bütün çağlarda kapatmalığa izin verildiğini, hatta onun belli bir ölçüde kanunlarca tanınmış ve haysiyetsizlikle birlikte anılmamış bir kurum olduğunu gösterir. Sahip olduğu bu konumu Luther Reformuna kadar korumuştur ki o zaman da ruhban sınıfının evliliğini meşrulaştırmanın bir başka aracı olarak kabul edilmiştir; bunun üzerine Katolikler bu konuda geride kalmayı göze alamamışlardır.
Çokeşliliğin tartışılacak bir yanı yoktur her yerde karşılaşılan bir olgu olarak kabul edilmelidir, çözülmesi gereken sorun bu konunun nasıl düzenleneceğinden ibarettir. O halde, gerçek tekeşlilik taraftarları nerededir? Hepimiz en azından bir müddet çoğumuz ise her zaman çok eşli yaşarız. Dolayısıyla her erkek çok kadına ihtiyaç duyduğundan, ona bu konuda izin vermekten, hatta çok kadın bulmayı ona yerine getirilmesi gereken bir vecibe olarak yüklemekten daha doğru bir şey yoktur. Bu suretle kadın boyun eğen bir varlık olarak eski doğru ve doğal konumuna geri döndürülecektir ve saygı ve hürmet konusundaki gülünç iddialarıyla ", bu Avrupa uygarlığının ve Hıristiyan-Töton budalalığının hilkat garibesi, artık var olmayacaktır. Kadınlar yine var olacak, fakat Avrupa'nın şimdilerde dolu olduğu mutsuz kadınlar değil. Mormonların bakış açısı doğrudur. Hindistan'da kadınlar asla bağımsız değildir, her biri Manu Yasası'na (Bölüm, 5, 1. 146) bağlı olarak ya babasının yahut kocasının ya kardeşinin ya da oğlunun denetimi altındadır.
Dul kadınların ölmüş olan kocalarının ardından kendilerini kurban etmeleri hiç şüphesiz insanı rahatsız eden bir düşüncedir, fakat kocasının, çocukları için çalışıyorum diye kendini avutarak bütün hayatı boyunca yorulmak bilmeksizin kazandığı parayı, aşıklarıyla yemesi de bir o kadar insanı isyan ettiren bir düşüncedir. Medium tenuere beati.(Orta Tenöre vuruşu) Bir annenin ilk aşkı tıpkı hayvanların ve erkeklerin olduğu gibi, tamamıyla içgüdüseldir, dolayısıyla çocuk artık fiziksel bakımdan aciz ve çaresiz durumdan kurtulunca bu azalır. Bundan sonra ilk aşkın yerini alışkanlık ve akla dayalı bir aşk alır; fakat bu çoğu kez, özellikle anne çocuğunun babasını sevmediğinde ortaya çıkmaz. Bir babanın çocuklarına duyduğu sevgi farklı türden ve daha samimi, daha uzun ömürlü bir sevgidir; bunun temelinde çocukta kendi iç benliğini bulup tanıma yatar ki, bu duygu kökeni bakımından metafizik bir mahiyete sahiptir.
Söz konusu olan ister eski dünya ister yenidünya olsun, neredeyse bütün uluslarda, hatta Hotantolar'ı arasında bile ölenin malvarlığından münhasıran erkek mirasçılar istifade eder, bu uygulamadan sadece Avrupa'da uzaklaşılmıştır. Erkeğin uzun yıllar bin bir güçlükle çabalayıp didinerek elde ettiği servetin ölümünden sonra, tereke olarak akıl eksiklikleri yüzünden ya kısa zamanda yoktan yere heba edecek yahut başka türlü ellerinden uçup gidecek olan kadınların eline geçmesi yaygınlığı ölçüsünde büyük bir adaletsizliktir ve kadınların mirasçılık hakları sınırlanarak bunun önüne mutlaka geçilmelidir.
Bana kalırsa ister dul olsun ister genç kız olsun kadınların, miras bırakanın erkek mirasçısı olmaması halinde, rehin yahut ipotekle güvence altına alınmış mülkiyet üzerinden hayat boyu kendilerine ödenecek faiz gelirlerinin ötesinde, taşınmaz mülkiyetinin yahut sermayenin özü üzerinde hak sahibi olmalarına izin verilmese bu daha iyi bir düzenleme olurdu. Parayı kazanan kadınlar değil erkeklerdir dolayısıyla kadınların ona kayıtsız şartsız sahip olmalarında, ne de onu idare edebilmelerinde meşru bir taraf yoktur. Kendilerine kelimenin gerçek anlamında servet, bir başka söyleyişle tahviller, hisse senetleri gibi menkul, konut-arazi gibi gayrı menkul sennaye değerleri miras olarak kaldığında, asla onu serbestçe tasarruf edebilme hakkı verilmemelidir. Her zaman bir koruyucuya, bir vasiye ihtiyaç duyarlar ve hangi koşullar altında olursa olsun asla kendi çocuklarının vasisi olmamalıdırlar.
Erkeklerinkinden daha büyük olduğu ispat edilemese de kadınların kendilerini beğenmişlikleri, içinde bütünüyle maddi bir istikamet tutmaya da münhasıran maddi şeyler etrafında dönüp dunnal eğiliminde olan büyük bir tehlike yahut kötülük barındırır. Demek istediğim kişisel güzellikleri, güzel ve gösterişli giysiler, incik boncuklar, tantana ve şatafat, kadınların büyüklenme vesilesidir. Kadınların, toplum içindeki payının bu kadar büyük olmasının sebebi budur. Böylesine savurgan ve ölçüsüz olma temayüllerinin arkasında da bu yatar ki muhakeme kabiliyetleri ne kadar zayıf ise bu o kadar fazla olur. Bu gerçeğe binaen eski dünyadan bir yazar, kadınların bu savurgan tabiatları hakkında şöyle söyler: Fakat erkekler için büyüklenme çoğunlukla akıl, anlayış, öğrenim, bilgi, cesaret ve benzeri gibi maddi olmayan üstünlükler istikametinde gelişir ya da bu gibi meleke ve nitelikleri kendine konu edinir). Aristoteles, Poetika'da Spartalıların kadınlarına çok fazla şey vererek, miras ve drohoma haklarını kabul ederek ve onlara büyük miktarda bağımsızlık ve özgürlük tanıyarak kendi üstün konumlarını kendi elleriyle tehlikeye soktuklarını izah eder ve bunun, Sparta'nın çöküşüne ne büyük katkıda bulunduğunu gösterir." Daha sonraki bütün sıkıntı ve sorunları, sonucu olarak görmemiz gereken Birinci Devrim ile sonunda varacağı yere varmış olan saray ve hükümetin zaman içerisinde çürüyüp tefessüh etmesinden, Fransa’da Xlll. Louis'nin zamanından beri gittikçe artış göstermiş olan kadınların tesiri sorumlu tutulamaz mı? Her halükarda kadın cinsinin, hanımefendi"nin varlığı ile böylesine belirgin biçimde gün yüzüne çıkmış olan bu yanlış konumu bizim toplumsal durumumuzda en temel kusurdur ve onun tam kalbinden zuhur eden bu kusur zararlı tesirini kaçınılmaz olarak dört bir tarafa yayacaktır.
Kadının fıtraten itaat etmek için yaratılmış olması, gayrı tabii mutlak bağımsızlık konumuna yerleştirilmiş olan her kadının hiç vakit kaybetmeden kendisini öyle veya böyle denetilip yönetileceği bir erkeğe bağlamasından anlaşılmalıdır. Bunun nedeni, onun bir efendiye ihtiyaç duymasıdır. Eğer genç ise bu erkek; bir aşık, ihtiyar ise günah çıkarıcı bir rahiptir.
Nadiren karşılaşılan istisnalar dışında bütün kadınlar savurganlığa meyyaldir, dolayısıyla mevcut her servet onların ahmaklığından korunmalıdır; bu serveti kendilerinin kazandığı ender durumlar hariç elbette. Bu sebepten ötürü ben o kanaatteyim ki kadınlar asla tam olarak büyümez ve Hindistan'da olduğu gibi, bu ister bir baba, koca, oğul isterse devlet olsun, her zaman bir erkeğin fiili gözetimi altında olmalıdır. Dolayısıyla kendilerinin kazanmadıkları hiçbir serveti keyfi biçimde dağıtmalarına göz yumulmamalıdır. Diğer yandan bir annenin, çocuklarının babalarının mirasından kalan payının seçilmiş mutemedi ve kayyumu olmasına izin vermeyi dahi affedilmez ve tehlikeli bir ahmaklık olarak görüyorum. Çoğu durumda böyle bir kadın çocukların babasının onların geleceğini düşünerek bütün ömrü boyunca kan ter içinde çalışıp didinerek kazandığı her şeyi aşığıyla çarçur edecektir. Kocasının ölümünden sonra evlenip evlenmemesi fark etmez, sonuç her durumda aynı olacaktır. Homeros bize şu tavsiyede bulunur.
Kocasının ölümünden sonra gerçek anne çoğu kez bir üvey anne haline gelir. Ancak genel olarak böyle bir kötü şöhrete sahip olan üvey babalar değil sadece üvey annelerdir ki (üvey anne gibi) gibi bir sözcüğün ortaya çıkmasına neden olmuşlardır: hâlbuki aynı şey babalar için asla söz konusu edilmemiştir. Hatta Herodotos'un zamanında bile üvey annelerin bu şöhreti vardı: ve bunu o zamandan beri korumayı başardılar. Her halükarda bir kadın her zaman bir vasiye ya da gözetmene gereksinim duyar ve bu yüzden asla kendi başına bırakılmamalıdır. Ama genel olarak kocasına düşkün olmayan bir kadın ondan sahip olduğu çocuklara da sevgi duymaz, yani salt içgüdüsel olan ve bu yüzden onun ahlaki niteliklerine mal edilemeyecek olan annelik sevgisi geçip gittikten sonra. Dahası ben o kanaatteyim ki bir hukuk mahkemesinde bir kadının tanıklığı, bir erkeğin tanıklığından daha az muteber olmalıdır, dolayısıyla sözgelimi iki erkek tanık üç hatta dört kadın tanıkla aynı ağırlığa sahip olmalıdır. Çünkü bir bütün olarak alındığında kadın cinsi bir günde erkek cinsinden üç kat daha fazla yalan uydurur ve ayrıca erkek cinsinin takatinin ötesinde olan bir inandırıcılık ve dürüstlük gösterisiyle uydurur. Elbette Müslümanlar öteki doğrultuda çok ileri giderler. Bir zamanlar eğitimli bir genç Türk bana şunları söylemişti: "Biz kadınları tohumun ekildiği toprak olarak görürüz yalnızca; bu yüzden onun dininin bizim için bir önemi yoktur. Din değiştirmesini istemeksizin bir Hıristiyan ile de evlenebiliriz pekâlâ." Ona dervişlerin evlenip evlenmediğini sordum, şu cevabı verdi: "Elbette evlenirler; Peygamber evlenmişti ve onlar ondan daha kutsal olduklarını umut edemezler."